Zanzibar, Tanzanya’ya bağlı bir ada ve genelde seyahatler Tanzanya ya da Kenya’da yapılan safari seyahatiyle birleştiriliyor. Adaya 2-3 gün ayrılıyor lakin bence katiyetle en az bir hafta kalınması gereken bir yer. İstanbul’dan 8 saatlik uçuşla bir gece yarısı iniyorum Zanzibar’a. Sıcak ve nem yüzüme o denli bir çarpıyor ki o an karlı bir yere gitmiş olmayı diliyorum. Kiraladığım araca atlıyorum ve otelimi arıyorum. İn cin top oynuyor etrafta. Hafif ürktüğümü itiraf etmeliyim. Neyse ki çok yakındaymışım da fazla sürmeden sağ salim ulaşıyorum.
‘Baharat Adası’ deniyor
Etrafı keşfetmek için birinci günümü başşehir Stone Town’da geçiriyorum. Halkın büyük bir kısmı Müslüman. Türk olduğumu öğrenince seviniyorlar. Hele bir de muhabbete ‘selamünaleyküm’ ile başlarsam çok keyifli oluyorlar. Birinci işim kıyıdan kalkan teknelerle Prison Adası’na gitmek oluyor. Ada ismini buradaki hapishaneden alıyor. Fakat daha çok hastane olarak kullanılmış. Sonra çok sevdiğim Queen kümesinin efsanevi solisti Freddie Mercury’nin yaşadığı meskeni ziyaret ediyorum. Müzisyen 1946’da Zanzibar’da doğmuş. Küçücük bir konut aslında fakat ben Queen müziklerine eşlik ederek geziyorum.
Sıcak ve nem güzelce yorunca çok tatlı bir kafede mola verip bir ‘masala’ çayı içiyorum ve buradan baharat pazarına geçiyorum. Zanzibar ‘Baharat Adası’ olarak da anılıyor. Adadaki baharat üretimi 1818’de Umman Sultanı’nın zencefil üretimini emretmesiyle başlamış. Tarçın, köri, zerdeçal, safran üzere tüm sevdiğim baharat çeşitlerinden alıyorum. Hava kararmak üzere. Günbatımını izlemek için kıyıdayım. Akşam kurulan Forodhani yemek pazarında balıkçılar tuttukları deniz eserlerini pişirdikleri tezgâhları kuruyorlar. Her şey çok lezzetli görünüyor. Körili ahtapot ve safranlı pilav yiyorum.
The Rock Restaurant denizin ortasında.
Sonra düşüyorum adanın palmiyeli yollarına ve düzgün ki Zanzibar’a gelmişim dediğim yere varıyorum. Paje Plajı’ndayım. Gelgitin en net görüldüğü vakte denk geliyorum. Sular çok geride, uçsuz bucaksız bir beyazlık var; çöl üzere bir yandan da… Fonda ‘dhow’ dedikleri Arap yelkenlileri o kadar büyüleyici görünüyor ki… Öbür tarafta geçimlerini sağlamak için denizyosunu toplayan Afrika bayanları var. Ömür uzunluğu hafızama kazınacak inanılmaz bir görünüm. Zihnimde deniz birden yükselirse ve ben çantamla bu kadar arayı yüzmek zorunda kalırsam diye kuruyorum lakin o denli sinemalardaki üzere tehlikeli sahneler yaşanmıyor. Su yavaş yavaş yükseliyor ve ben dizlerime kadar çıktığı vakit kıyıya varmış oluyorum. Sular yükselince yelkenliye biniyorum. Berrak suların laciverde döndüğü noktaya kadar gidiyoruz. Su o kadar berrak ki tabanındaki kırmızı yıldızbalıklarını görebiliyoruz. Önümüzde, ardımızda kitesurf yapanlar beliriyor. Paje ve Jambiani plajları kitesurf’le ünlü. Uçurtmalar görüntümü daha da güzelleştiriyor.
Sonraki durağım denizin ortasındaki bir kayalığa kurulmuş meşhur The Rock Restaurant. Burada çektireceğiniz fotoğraf Zanzibar’a ayak bastığınızın delili üzere. Gelgitin durumuna nazaran bazen yürüyerek bazen de sandalla gidiliyor. Maviliklerden sonra biraz yeşile karışmak ve Jozani Ormanı’nda kırmızı colobus maymunlarını görmek için yola düşüyorum. Bu maymunlar dünyada yalnızca Zanzibar’da yaşıyormuş. Ormanda beklediğiniz üzere çok sayıda maymun göremiyorsunuz. Ben bu şirin arkadaşları Jambiani’de Reef and Beach Resort’ta daha yakından görme fırsatı buldum. Hatta bir arada otelin kafesine bile gittik. Çok sakinler ve asla üzerinize gelmiyorlar.
Bir mühlet sonra başımı her suya soktuğumda yıldızbalıklarını (starfish) görmek sıradanlaşıyor.
Ertesi gün Nungwi Köyü’ne bir saat aralıktaki Mnemba Adası’na gidiyorum. Teknelerden biriyle anlaşıyorum ve dalış yapıyoruz. Zanzibar’da en çok görmek istediğim şeylerden biri ‘starfish’ dedikleri yıldızbalıklarıydı. Bir mühlet sonra başımı her suya soktuğumda onları görmek sıradanlaşıyor. Dinlenmek için okyanusun ortasında sular çekildiği vakit ortaya çıkan ‘sandbank’ denen kum zirvesine gidiyoruz. Çabucak karşımızda Bill Gates’in adadaki andBeyond isimli oteli var. Akşam buraların en büyük partisi olduğunu söyledikleri Kendwa’daki ‘Full Moon’ (dolunay) partisine gidiyoruz. Afrika müzikleri, ateş gösteriler ve meşhur kule şovları… Mükemmel bir akşam geçiriyoruz.
Geleneksel kırmızı kıyafetleriyle Zanzibar’ın beyaz kumsallarına hoşluk katan Masailer daima karşınıza çıkıyor ve merhaba manasına gelen ‘jambo’ diyerek yanınıza geliyorlar. Masailer Afrika’nın en büyük kabilelerinden biri. Tanzanya ve Kenya ortasındaki Masai Mara bölgesinde yarı göçebe yaşıyorlar. Evvel sohbet ediyorlar, sonra takı ya da cins satmak istiyorlar.
Yeniden adanın güneyindeyim. Jambiani’de okyanus kenarında Mwezi Boutique Resort isimli kusursuz bir otelde kalıyorum. Kahvaltıdan sonra harika baobab ağaçlarının ortasından geçerek Mtende Plajı’na gidiyorum. Baobab ağaçları ‘hayat ağacı’ olarak biliniyor. Kimileri 3 bin yıl yaşıyormuş. Plajda dayanılmaz görüntüsüyle bir kayanın üzerine kurulmuş Usumba Rock Restoran var.
Rengârenk balıklarla…
Son günlere yaklaşırken yapmak istediğim son bir şey kalıyor: Safari Blue dedikleri okyanus tipi. Sabah 7’de Kizimkazi kıyısına varıyorum. Evvel yunusları göreceğimiz yere açılıyoruz, sonra Uzi Adası’nda Mangrov ormanını görmeye gidiyoruz. Adada yalnızca ağaçlar, kuşlar ve maymunlar var. Mangrov ağaçlarının kökleri çok etkileyici ve dünyada az rastlanan orman çeşitlerinden biri. Akabinde dalış yapacağımız Pungume Adası’na giderken o denli bir yağmur bastırıyor ki… Küçücük bir kayıkta, okyanusun ortasında, çılgınca yağan yağmurun altındayım. O an tekrar sorguluyorum kendimi; meczup miyim, neyim? Güneş belirince tekrar yeterli ki geldim deyip rengârenk balıklarla yüzmek için şnorkelimi takıyorum…
